Ebutalip İPEK
Çoğaldıkça
yalnızlaştığımız, yakınlaştıkça uzaklaştığımız ve hızlandıkça yaşamı (ya da her
neyse) ıskaladığımız ve her şeyin fiyakalı bir şekilde ambalajlandığı budünyamızda,
mutsuzlukta salgın bir hastalık gibi yayılmaktadır. Bant üretiminin yaşamı
tekdüzeleştirdiği, zamanı ve uzamı aynılaştırarak herkesi, herkese (ya da hiç
kimseye) dönüştürmesi mutsuzluğu da benzer bir sıradanlığa sürüklemiştir. Hemen
her yerde bir mutluluk prezantasyonu ve kutularda satılan bir ürünmüş gibi mutluluğunpazarlanması,
mutsuzluğu önlemeye yetmemektedir aksine daha da çoğalmasına neden olmaktadır. Ancak
her çağ kendi mutsuzluğunu yaratır ve bu çağın mutsuzluğu da duyum yitimidir.David
Mackenzie,sıra dışı bir felaketin insanların duyum yitimine neden olmasını
anlattığı Perfect Sense adlı filminde, çağın hastalığını teşhis temekte önemli
ipuçları sunmaktadır.İskoç yönetmen, alışık gelen Hollywood felaket
filmlerindeki kıyamet öngörülerinin dışında bir anlatı oluşturarak, yıkımın
içsel bir sorunolduğunu dile getirmiştir.
Film,
küresel boyutta insanların ardı sıra duyu yeteneklerini kaybetmelerini ve bu
sıra dışı duruma gösterdikleri tepkileri anlatmaktadır. EpidemiyolojistSusan (Eva
Green) ve restaurant şefiMichael (EwanMcGregor) üzerine kurgulanan öyküde, ikili
arasındaki yakınlaşma, duyu yitiminin aşk üzerindeki etkilerini gözlemlemek
içinde bir tür olanak sağlar. Ancak film boyunca duyum yitimine neyin neden
olduğu üzerinde durulmaz, sadece duyum yitiminin öncesinde insanlarda beliren
duygu haline değinmektedir. Dolayısıyla duyum yitimi (ya da yıkım) insanların
kendilerinin ürettiği sonucuna varabiliriz tıpkı mutsuzluğun sadece insana
bulaşıyor ve de yayılıyor olmasıgibi.
Öykü,
oldukça dolaylı bir anlatımla sunulmuş olmasına rağmen yine de çağın eşiğindeki
sorunları ifade edebilmektedir. Belki içinde olduğumuzdan pek fark etmiyoruzama
son yıllarda bilim ve teknolojinin sosyo-kültürel yapıya olan yansıması önemli
değişimlere neden olmaktadır. Artık Matrix
evreninde yaşayan insanlar makine kodlarının sağladığı ara yüzleiletişim
kurmaktalar ve sahicilik giderek gerilemektedir. Öte yandan genetik alanındaki
ilerlemeler, Tanrıcıkların ortaya çıkmasına neden olmaktadır ve canlıların milyonlarca
yıllık evrimdeki başarılarını (ya da zayıflıklarını), artık bir gecede
değiştirmektedirler. Başka bir deyişle salt aklın, sosyo-kültürel dünyayı
etkilediğini ve belki debundan en çok duyumlarımızın, algılarımızın
etkilendiğidir. Giderek daha az duyumsamaktayız tat ve kokuyu ya da etrafımızı
saran sayısız ses ve görüntü enformasyonuna karşı daha az görmekte ve
işitmekteyiz. Anılarımızın oluşumunda, duyuların önemli bir bağlayıcı rolü
vardır ve anıların ömrü, onların kaç duyumla birlikte yaşandığına bağlıdır ve
bazen sadece bir koku, tat veya ses unuttuğunuz anılara sizi yolculuğa
çıkarabilir.Ancak hissizlik çağında, mekanik algıyla oluşturduğumuz yaşamlarda
anılarda yapay ve sanal etkilerle kısa ömürlü olmaktadırlar ya da “-mış” gibi
bir dünya sunmaktadır.
Öte
yandan duyumlanan evrenin bilgisinin yanıltıcı ve rölatif olduğunu vurgulayan
Platon, bu bilgiye güvenilmeyeceğini ifade eder. Ancak 20. yüzyılın başlarına
gelindiğinde akıl çağına karşı bir tutum sergileyenHenriBergson;yaşamın
kesintisiz, bölüntüsüz ve sürekli bir akış içinde olduğunu ve buyaşamın
bilgisini kavrayabilmek için, akışın içinde olmak ve onunla birlikte akmak
gerektiğini söyleyecektir ki bunu ne akıl ne de bilimgerçekleştirebilir. Akışın
içinde olmak, yaşamı kavramak belli ki duyumlarla gerçekleşmektedir. Ne var ki
duyum algısını yorumlayan aklın, sınırlarla ve çerçevelerle örülü olmasından yaşamı
kavramamıza engel olduğu gibi hissiyatsız bir dünyada yaratmaktadır. Başka bir
deyişle aklın oksitlenmesi, dünyanın yanlış yorumlanmasına neden olmaktadır ve
bu aynı zamanda yönetmenin anlatıda ulaşmak istediği ifadenin özünü de
belirlemektedir.
Mackenzie’nin
kadın-erkek ilişkilerine bakışı, Hollywood’un aile mitinden oldukça uzağa düşmektedir.Amerikan Rüyasını devam
ettirmede veya ideolojik boşluklarımuhafazakârlıkla doldurma endişesi, Amerikan
sinemasının hemen her fırsatta aileyi kutsallaştırılmasına neden olmuştur.
Ancak Mackenzie’de ise durum bunun tam tersidir ve karakterleri toplumsalıgöz
ardı edebilen, herhangi bir ahlak dersi vermeye çalışmayan, tutku, haz ve
mutluluk peşinde olan sıradan insanlardır (Young Adam, Asylum, HallamFoe ve TonightYou're
Mine filmlerinde bu durum belirgin olarak gözükmektedir). Dolayısıyla
Mackenzie’nin filmleri, akılcı dünyanın sıkıcılığına karşı bir duruş
sergileyen, samimi ve doğal anlatılardan oluşur. Duyum yitiminin yaşandığı
anları süreal bir şekilde kadraja alan Mackenzie, Perfect Sense’deoldukça
etkili bir görüntü dili yakalamayı başarır. MaxRicter’in ezgilerinin de aynı
paralellikte ilerlediğini ve anlatıyı güçlü bir şekilde sunmayı başardığını
söyleyebiliriz. “Nasıl hayal ediyorsak
öyle bir dünya” sözleriyle açılan
perde, anlatını sonunda “öylece…”sözüyle
son bulmaktadır tıpkı yaşamlarımız gibi; öylece…
Yorumlar