Ali Rıza DÜRÜ
Son filmi He Bu Tune Bu (Bir Varmış Bir Yokmuş) filmiyle İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma kapsamında gösterilen, Fibresci ve Jüri Özel Ödülü olmak üzere 2 ödülle dönen Kazım Öz sinema yolculuğuna devam ediyor. Aynı filmle geçtiğimiz ay Paris'te dünya prömiyerini yapmış ve kendsine verilen ödülü reddederek oldukça tartışalacak ve üzerine düşünülecek bir karar almıştı. Yönetmenin sinema yolculuğu bir çok sansür ve engelleme gibi abalara rağmen İKSV tarafından bu yıl özgürce ödüllendirilmesi çok önemli.
Festval kapsamında izlediğm filmler arasında Kürt filmlerinde masal anlatıcılığına bir yönelim olduğunu düşündüm. Kazım Öz'ün Bir Varmış Bir Yokmuş'u biçimsel olarak masaldan yararlanıyor ve mutlu sonla bitmeyecek olan bir masala tanık olunuyor. Önce 'bir varmış'ı temsil eden modern zaman şatolarında yaşayan bir aile hayatı , sonra 'bir yokmuş'u temsil eden mevsimlik işçilerin hayat koşulları şeklinde motiflendirilen bir anlatım var. Hüseyin Karabey'in dilmi Sesime Gel'de ise Koca Nine ile Tilki masalı film hikayesinin ana çatısına yerleştiriliyor. İçeriğini masal karakterleri üzerinden yürütüp film karakterlerinin tutumlarıyla örtüştürüyor. Daha önce ise Jin filmiyle Reha Erdem Kırmızı Başlıklı Kız hikayesinden esinlendiğini ifade ederek Jin'in kente inmeye çalışırken yaşadıklarını masaldaki yaşananlar üzerinden temsillendirildiğini ifade etmişti. İlerleyen aşamalarda belki bunun birkaç örneğini daha görebiliriz. Sinemanın masalı keşfetmesi çok önemli bir gelişme. Sözlü anlatı geleneğinin görsel ve işitsel anlatı aracı olan sinema yoluyla anlatılması önemli bir keşfin ve müthiş bir buluşmanın habercisi. Diğer önemli gelişme de sinema şiire yaklaşınca olacak.
Bir Varmış Bir Yokmuş filmine gelirsek, film tam masallardaki gibi hayat yaşayan bir aile görüntüsüyle başlıyor. Ev, araba, TV, mobilyalar, çocuğun odası tam olarak sosyoekonomik bir zenginlikle birlikte huzur dolu bir tasvir yapılır. Ardından mekan değişir ve Batman'da bir ailenin göç sürecine tanık olunur. Aile hazırlanmış trene biniyor, oldukça kalabalık bir aile, üst üste yan yana yatıyorlar. Giyimleri, bakımları zayıf, konuşmaları ve birbirileriyle olan ilişkileri çok başka. Uzun bir yolculuktan sonra Ankara'da inip beş ay boyunca kalacakları çadırlara yerleşiyorlar. Evet, bunlar mevsimlik işçiler. Evlerinden çıkıp yılın yarısında gurbette çalışan ve oradaki kötü koşullara maruz kalan insanlar. Okul çağındaki çocuklar okul yerine tarlada marul ekip ayrık otlarından temizlemeye ve büyütüp toplamaya çalışıyor. Sağlık güvenceleri yok ve orada çalıştıkları sürece sağlık giderleri patronları tarafından karşılanmıyor. Derme çatma çadırlarda dokuz on kişi yaşamaya zorlanıyorlar. Hiçbir insani koşulun sağlanmadığı gibi, bunun üzerine bir de rahatsızlanan kişilere de bağırıp çağırarak çalışma verimini düşürdükleri iddiasıyla itham ediliyorlar. Patron, çavuş denilen kişiler sayesinde orada düzeni sağlamaya çalışıyor. Çavuşun asli görevi işçilerin her türlü sorunuyla ilgilenmek ve bu sorunları çözmek ama pratikte tek işlevi onların dinlenmesini, hastalanmasını engellemek ve ne olursa olsun onları işe sürmek. Aileler bu koşullardan şikayetçiler tabi ama çaresizlikleri şikayetlerinden daha ağır bastığı için ses çıkarmadan çalışmayı sürdürüyorlar. Aldıkları para da bir şey değil. On kşilik bir aile ayda 4000 lira kazanıyor, kişi başına 400 lira düşüyor ve bu aile çoluk çocuk anne baba hepsi birden çalışıyor. Sağlık ve yemek giderlerini de kendileri karşıladığı için geriye kalan azıcık parayla da bir yıl boyunca geçinmek zorundalar. Bütün bu kötü koşullarda marul yetiştirip onu evlerdeki sofralara gönderiyorlar. Üreten ve tüketen arasında ilişki olmadığında aslında bu tür sınıfsal çelişkilerin olması kaçınılmaz bir sonuç. Bütün emeği gösteren işçilerin hayat koşulları ortadayken, marketlerden onu alanları refahı da ortada. Yönetmen bu noktada çok önemli bir noktayı düşündürüyor. Flmden sonra marketten marulu her alışımda filmdeki aileleri, çocukları hatırlayacağıma eminim.
Filmin içeriğini inceledik.Biraz da diğer boyutlarına bakalım. Filmin en belirgin özelliği samimiyeti. Bütün izleyicileri saran çok sıcak ve inandırıcı bir üslüba sahip. Bunun, yönetmenin başarısı olduğu açık. İşçilerle kurduğu yakın ilişki, kameranın varlığındaki yapaylığı neredeyse sıfırlamış ve sanki hiçbir araçsal ilişki yok ve film perdede gözümüzün önünde gerçekleşiyor gibi. Üstelik yönetmen kameranın varlığını gizlemeye çalışmıyor, hatta kendi seslerini de kayda alıyor ve flm esnasında karakterleriyle konuşuyor. Bir süre sonra yönetmen işçilerin Kazım Abisi oluyor ve başları dara düştüğünde yönetmeni arayop yardı isteyecek kadar da lişkileri geliştiriyorlar. Kimseye anlatmadıkları sırlarını kameranın önünde söyleyecek kadar samimileşiyorlar. Bu dili yakalamak sinemanın önemli sorunlarından biri ve önümüzdeki yıllar içinde sinemanın düşünmesi gereken konulardan biri olacak gibi de duruyor. Derviş Zaim, Devir adlı filminde benzeri bir denemede bulunmuştu fakat bu denli başarılı olamamıştı. Filmin hem kamera önündekilerle hem de buradan çıkan sonucun salondaki seyirciyle samimiyet kurmayı başarması kolay bir çalışma olmasa gerek. Filmin samimi dilinin yanı sıra çatışması da başarılıydı. Tarlada yetişen ürünün işçileriyle, evde bunu tüketenler arasındaki dolaylı ilişki önemli bir konu.
Toplamda ortaya çıkan eserin samimi ve konusu itibariyle tartışılması gereken bir çalışma olduğu görülüyor.
Yorumlar