Ali Rıza Duru
Biraz geç izlemiş olduğum ama yayınlandığı günden beri aklımın seyir defterinde not etmiş olduğum film üzerine bir kaç şey söylemekte yarar var.
Filmin seçtiği Bahadır karakterinin sosyal ve kültürel kodlarının incelenmesi çok önemli görünüyor. Bahadır, göçle İstanbul'a gelmiş, üniversite okumuş, inşaat işiyle uğraşan babasından ve ev hanımı annesinden zihinsel olarak kopmuş ve toplumsal normların dönüştüğü 90lardan sonra yeni kuşağın içinde boğulduğu çatışmaların tam ortasına düşmüştür. Abisi de kendisi gibi sanatla ilgidir, yok olmaya yüz tutan Haydar Paşa Tren Garı'nın fotoğraflarını çekerek hayata tutunmaya çalışır. Abisinin Haydar Paşa'ya olan tutunma biçimi aslında onların yaşam içindeki pozisyonuna dair çok şey anlatmaktadır. Haydarpaşa Garı'nın bir devri temsil etmesi ve şimdi onun toplumsal bellekteki simgesinin bir dönüşüm sürecinden geçmesi aslında Bahadır ve abisinin Türkiye sosyal, kültürel dönüşümü içindeki konumlanışına dair bir atıftır. Köyden göç etmiş, eğitimsiz ama hayata dört elle tutunan ve bildiği tek var olma biçimi inşaat olan sosyolojik bir çukurun içinde Bahadır Rus sinemasının ünlü yönetmeni Andrei Tarkovski'nin izinden gitmek istemektedir. Burada karşısına çıkan engeller birkaç boyutludur. Her engel onda çözülmesi gereken yeni bir çatışmayı doğurur.
Bahadır'ın ilk ve en temel çatışması içine doğduğu toplumdur. Varoluşunun sınırsızlığının belirleyici sınırlarını yaratan kültürü, sosyoekonomik seviyesi, bunun mikro göstergesi olan ailesinin gerçekliği, ailesinin tutumları ve hayalleri ile Bahadır'ın özne olabildiği kadar varoluşunu taşımak istediği kapasitesinin en uyumsuz, sert, zedeleyici ve baş edilmesi kolay olmayan gerçekliğidir. Taşradan geldiğini gördüğümüz aile, mütevazi bir varlık içinde hayatlarını sürdürürken, bir taraftan da babanın inşaata olan yatırımını görürüz. Çünkü üretimin tek göstereni olarak İstanbul'un halen devam etmekte olan bu trendi köyden kente göçle gelen yoksulların metropollerle olan boks ringinde kendi köşelerine çekilip nefes alabildikleri, gücünü toparlayıp tekrar ringin ortasında kent gerçekliği ve acımasızlığıyla vücudundaki son damla yaşam sevinci kalıncaya dek dövülecekleri çarkın içindeki tek nefes boşluğudur mülk sahibi olmak. Babanın inşaata tıpkı bir çimento gibi tutunması, orada her şeye rağmen yükselen bir yapı inşa etme çabası bundandır. İlk bakışta Bahadır ve abisinin, bu gerçekliğin çimento harcıyla büyüyüp bu günlere gelmiş olmalarına rağmen üniversite ve gençliğin etkisiyle şehir hayatına adaptasyonları ve kendilerini bu gerçeklik içinde konumlandırışları babadan tamamen farklı gibi görünür, fakat ikisi de tıpkı babalarının inşaatı bitiremeyişi, işçi tutacak parası olmadığı için tek başına çırpınması gibi sinema ve fotoğraf dünyasında tek başlarına yapmaya çalıştıkları işleri bir türlü bitiremezler. Bahadır, korkarak da olsa babasına benzemeye başlayan hayatından canı daha da acıyarak kaçmaya, çırpınmaya çabalar.
Bahadır'ın bir diğer çatışması içsel kaynaklı olanlardır. Filmin açılış sekansında Tarkovski'nin filminden sahnenin rüya olarak takiben uyanan Bahadır'ın karşısında Tarkovski'nin posterinin üzerinde yazan "İlkelerine bir kez ihanet eden insan hayatla olan saf ilişkisini yitirir" sözü aslında film boyunca Bahadır'ın temel çatışmalarından birini oluşturur. Düşük bütçeli, türlü yetersizlikler içinde film çekmeye çalışan Bahadır sürekli çok para kazanabileceği, fon bulabileceği, yapımcıların isteklerine uyarsa yükselebileceği gerçekliğiyle kendi ilkeleri ve hayal ettiği sanatı arasında sıkışır. Ev arkadaşlarının yarı politik tutumları, sevgilisinin beklentileri, TV yapımcılarının absürd projeleri, anne ve babasının sanata olan olumsuz yaklaşımları içinde içinde ilkelerinin gerçekte uygulanabilirliğindeki zorluklara çarpıp durur.
Varoluşun gerçekliği üzerine bu ülkenin koşullarına çok uygun bir filmdir "Neden Tarkovski Olamıyorum."
Yorumlar