HE BU TUNE BU (BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ) VE WERE DENGE MİN (SESİME GEL) FİLMLERİ ÜZERİNE BİR KARŞILAŞTIRMA - Ali Rıza Duru
Duru
İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma kapsamında bu
oldukça güzel filmler izleme şansı bulduk. Festivalin ulusal ve uluslarası
filmleri Türkiye'ye getirme konusunda oldukça önemli bir yeri var kuşkusuz.
Ulusal yarışma bölümünde gösterilen Kazım Öz'ün He Bu Tune Bu (Bir Varmış Bir
Yokmuş ve Hüseyin Karabey'in Were Denge
Min (Sesime Gel) filmleri de çeşitli ödüllerle döndüler. Bu yazıda bu iki
filmin ait oldukları toplumsal gerçekler ve yönetmenlerin bu gerçekliğin
içindeki yeri üzerine düşünmeye çalışacağız. Bunu yaparken son dönem sinemanın
arayışı ve üzerine temellenmeye çalıştığı gerçekleri de göz önünde tutup
tartışmaya çalışacağız.
Önce söz
konusu filmlerin içeriklerini hatırlayalım. Bir Varmış Bir Yokmuş filmi tam
masallardaki gibi hayat yaşayan bir aile görüntüsüyle başlıyor. Ev, araba, TV,
mobilyalar, çocuğun odası vb tam olarak sosyoekonomik bir zenginlikle birlikte
huzur dolu bir tasvir yapılır. Ardından mekan değişir ve Batman'da bir ailenin
göç sürecine tanık olunur. Aile hazırlanmış trene biniyor, oldukça kalabalık
bir aile, üst üste yan yana yatıyorlar. Giyimleri, bakımları zayıf, konuşmaları
ve birbirileriyle olan ilişkileri çok başka. Uzun bir yolculuktan sonra
Ankara'da inip beş ay boyunca kalacakları çadırlara yerleşiyorlar. Evet, bunlar
mevsimlik işçiler. Evlerinden çıkıp yılın yarısında gurbette çalışan ve oradaki
kötü koşullara maruz kalan insanlar. Okul çağındaki çocuklar okul yerine
tarlada marul ekip ayrık otlarından temizlemeye ve büyütüp toplamaya çalışıyor.
Sağlık güvenceleri yok ve orada çalıştıkları sürece sağlık giderleri patronları
tarafından karşılanmıyor. Derme çatma çadırlarda dokuz on kişi yaşamaya
zorlanıyorlar. Hiçbir insani koşulun sağlanmadığı gibi, bunun üzerine bir de
rahatsızlanan kişilere de bağırıp çağırarak çalışma verimini düşürdükleri
iddiasıyla itham ediliyorlar. Patron, çavuş denilen kişiler sayesinde orada
düzeni sağlamaya çalışıyor. Çavuşun asli görevi işçilerin her türlü sorunuyla
ilgilenmek ve bu sorunları çözmek ama pratikte tek işlevi onların dinlenmesini,
hastalanmasını engellemek ve ne olursa olsun onları işe sürmek. Aileler bu
koşullardan şikayetçiler tabi ama çaresizlikleri şikayetlerinden daha ağır
bastığı için ses çıkarmadan çalışmayı sürdürüyorlar. Aldıkları para da bir şey
değil. On kişilik bir aile ayda 4000 lira kazanıyor, kişi başına 400 lira
düşüyor ve bu aile çoluk çocuk anne baba hepsi birden çalışıyor. Sağlık ve yemek
giderlerini de kendileri karşıladığı için geriye kalan azıcık parayla da bir
yıl boyunca geçinmek zorundalar. Bütün bu kötü koşullarda marul yetiştirip onu
evlerdeki sofralara gönderiyorlar. Üreten ve tüketen arasında ilişki
olmadığında aslında bu tür sınıfsal çelişkilerin olması kaçınılmaz bir sonuç.
Bütün emeği gösteren işçilerin hayat koşulları ortadayken, marketlerden onu
alanları refahı da ortada. Yönetmen bu noktada çok önemli bir noktayı
düşündürüyor. Filmden sonra marketten marulu her alışımda filmdeki aileleri,
çocukları hatırlayacağıma eminim.
Sesime Gel filmi ise hikayesi itibariyle oldukça gerçekçi ve
yakın tarih hafızamızda travmatik anılarımıza dokunan bir özelliğe sahip. 1980
ve 90'lı yılların devlet zulmüne ve insanların yaşadığı tükenmişliğe dair
önemli önermeler içeriyor. Kısaca özetlersek; köylülerin silah sakladığı
yönünde ihbar alan askerler köye baskın yaparak her yeri arar ama bir şey
bulamazlar. Komutan köyde silah olmadığına ikna olmaz ve köyün erkeklerini
nezarete alır. Saklanan silahların getirilip teslim edilmesi karşılığında
erkeklerin serbest kalacağını söyleyerek oradan ayrılır. Hikaye de tam olarak
bu noktadan sonra yönünü bulur. Ellerinde silah olmayan köylüler eşlerini,
kardeşlerini, çocuk veya babalarını kurtarmak için silah bulma arayışına
girişirler. Komutanlardan biri muhtara para karşılığında bir miktar silah
ayarlayarak aralarından bazılarının serbest kalmasını sağlar. Ama oğlu hala
tutuklu olan Berfe Ana ve torunu Jiyan bu konuyu kendi yöntemleriyle çözmeye
çalışırlar. Önce yan köyün ileri gelenlerinden yardım isterler, olmayınca
sınırda kaçakçılık yapanlara giderler, o da olmayınca şehirde oturan akrabalara
giderek yardım isterler. Silahı bulurlar ama köye silahı götürebilmek silahı
bulmaktan daha zordur. Köy arabasını kullanarak askeri arama noktalarından
geçemeyeceğini anlayan Berfe ve Jiyan uzun dağ yamaçlarına doğru yola koyularak
köye yaya gitmeye karar verirler. Dağlar, uçsuz bucaksız yeşillikleriyle
önlerinde yükselirken sanki Berfe'nin yolculuğunun engebelerini simgeler. Yaşlı
haliyle, yanındaki küçük çocukla birlikte neredeyse fiziki imkanları tamamen
zorlayarak dağlarla mücadele ederler. Kör masal anlatıcılarıyla karşılaşıp yola
birlikte devam ederler. Bütün çabalarının sonucunda köye vardıklarında tutuklu
oğlunun serbest kaldığını ve şiddet gördüğü için yaralı haliyle yatakta
uzandığını görürler. Film de biri çok yaşlı ve biri de çok küçük olan iki
kişinin sisteme, askere, dağlara ve erkeklere rağmen giriştikleri bu zorlu
yolculuğu anlatır.
Bu iki filmin konuları
itibariyle oldukça farklı alanlarda oldukları söylenebilir. Her iki filmin
yönetmeni de uzun yıllardır sinemanın içindeler ve aynı toplumsal gerçeklik
üzerinden bir sinema anlayışı geliştirmeye çalışıyorlar. Kazım Öz'ün Hüseyin
Karabey'e kıyasla daha çok filmi var, ama bu yazıda son filmleri üzerinden bir
değerlendirme yapmak daha yararlı olacaktır. Belgesel estetiğine yakın bir
sinematografi içinde çekilen bu iki filmin ait oldukları coğrafyayı temsil etme
biçimleri arasında da benzerlikler görülür. Öz'ün filminde yıllardır herkesin
malumu olan ve henüz çözülmemiş olan mevsimlik işçilerin yaşantısına tanıklık
edilir. Hatta, bu tanıklığın da ötesinde içinde olmak gibidir. Kamerasını
kurduğu yakınlık işçilerin kalbidir adeta, öylesine samimi bir gerçeklik
duygusuyla çekim yapılmıştır ki izleyen herkes bu yakınlığa hem hayranlık duydu
hem de orada oldukları hissine kapıldılar. Bu filmin iki önemli noktası var.
Biri, mevsimlik işçiler gibi karmakarışık hale gelmiş büyük bir soruna
odaklanması ve bu sorunu sinemasal araçlarla tartışılabilir bir malzemeye
dönüştürmesi diğeri ise yaklaştığı bu gerçeklikle kurduğu samimi ilişkidir.
Samimiyet, sinemanın üzerinde durup düşünmesi gereken konulardan biri. Bunu
biraz detaylandırmak gerekirse samimiyetin kendi içinde iki boyutu var. Biri
yönetmenin anlatı nesnesiyle kurduğu samimiyettir. Yani sinemasal malzemesine
olan duygusal ve düşünsel yaklaşma biçimi. Bu da anlatı malmezemesini ne kadar
tanıdığı, ne kadar tanımaya çabaladığı ve gerçekten o konuyu seçerken ne kadar
dürüst davrandığıyla ilgilidir. Öz, mevsimlik işçilerle o kadar samimi bir
etkileşim yakalıyor ki işçiler bir çok sırrını kamera karşısında yönetmene
ifade edebilecek aşamaya geliyorlar. Sanki aralarında kamera yokmuş ve yalnız
başlarına konuşuyorlarmış gibi rahat bir şekilde anlatabiliyorlar. Halbuki kameranın kayıtta
olduğunu ve anlattıkları bu sırların binlerce izleyiciye ulaşacağını da
biliyorlar ama buna rağmen samimi şekilde konuşmaktan vazgeçmiyorlar. Hatta
başları dara düştüğünde yardım isteyecekleri kişi yine yönetmen oluyor.
Bahsettiğim samimiyetin birinci özelliği bu, diğer özelliği ise çekilip bitmiş
olan filmin izleyiciyle kurduğu samimiyet ilişkisi. Bu da eserin izleyiciler
üzerinde hiçbir araçsal iletişim yokmuşçasına kurduğu ilişki şeklini ifade
ediyor. Bu bir anlamda özdeşleşme unsurunu içinde barındırıyor ama tek başına
bunu söylemek yetersiz kalıyor. Aynı zamanda izleyicinin perdedeki karakterlere
kesin olarak inanması ve içinde bulundukları zor koşulları tamamen içselleştirerek
anlayabilmesini ve daha sonra başkalarında da anlatarak bu durumu paylaşmasını
içinde barındırıyor. Yani bir anlamda yönetmenin tamamen içeriden bir bakış
yaratması da denebilir. Karabey'in Sesime Gel filmi ise biraz farklı
özelliklere sahip. Belgesel estetiğine yaklaşmasına rağmen tamamen kurmaca bir
film. O da özellikle 90'lı yılların köy baskınları ve devletin kendisine karşı
tehdit gördüğü bütün unsurları temizlemeye giriştiği bir dönemin yansıması.
Köylerdeki silahların toplanması süreci herkesin malumu olduğu üzre bir çok
haksızlığın, zulmün yapılmasına sebep olmuş bir dönemi yansıtıyor. Filmin ana
karakterleri olan Berfe ve Jiyan'a çok yaklaşmıyor yönetmen, her zaman mesafeli
bir duruş sergiliyor. Duyguyu değil düşünceyi öne çıkarma kaygısı görülüyor. Öyle
ki karakterlerini yaşadıkları onca sıkıntıya rağmen acınası bir duruma asla
düşürmüyor, onlara üzülmek yerine yaşanan bu sistematik problemi düşünmek
gerektiğini vurguluyor yönetmen. Her iki yönetmenin de içinde yaşadıkları
toplumun ve ait oldukları gerçekliğin çerçevesini çizmekte sorumluluk
hissettikleri görülüyor. Sesime Gel filminin samimiyet açısından bulunduğu
durumu yukarıda belirttiğim birinci özelliğe daha yakın duruyor. Mesafeli bir
anlatı tekniği kullandığı için karakterlerle izleyiciler arasında film boyunca
yoğun bir etkileşim yaşanmıyor. Ama yönetmenin anlatı nesnesine yaklaşımındaki
samimiyet kendini hissettiriyor.
Öz'ün
Uzak(2005) ve Dört Mevsim: Şavaklar(2009) filmlerinde ilk örneklerini
gördüğümüz ve son filmi Bir Varmış Bir Yokmuş'ta daha da belirginleşen bir masal
anlatıcılığı eğilimi olduğunu söyleyebilirim. Bir Varmış Bir Yokmuş biçimsel
olarak masaldan yararlanılıyor ve mutlu sonla bitmeyecek olan bir masala tanık
olunuyor. Önce 'bir varmış'ı temsil eden modern zaman şatolarında yaşayan bir
aile hayatı, sonra 'bir yokmuş'u temsil eden mevsimlik işçilerin hayat
koşulları şeklinde motiflendirilen bir anlatım var. Hüseyin Karabey'in filmi
Sesime Gel'de ise Koca Nine ile Tilki masalı film hikayesinin ana çatısına
yerleştiriliyor. İçeriğini masal karakterleri üzerinden yürütüp film
karakterlerinin tutumlarıyla örtüştürüyor. Daha önce ise Jin filmiyle Reha
Erdem Kırmızı Başlıklı Kız hikâyesinden esinlendiğini ifade ederek Jin'in kente
inmeye çalışırken yaşadıklarını masaldaki yaşananlar üzerinden temsil
edildiğini ifade etmişti. İlerleyen aşamalarda belki bunun birkaç örneğini daha
görebiliriz. Sinemanın masalı keşfetmesi çok önemli bir gelişme. Sözlü anlatı
geleneğinin görsel ve işitsel anlatı aracı olan sinema yoluyla anlatılması
önemli bir keşfin ve müthiş bir buluşmanın habercisi. Tabi sadece masal da
değil, ninni, ağıt gibi diğer sözlü anlatım geleneklerinin sinemada temsili
önem taşıyor. Yeni arayışlar sayesinde bunlar da olacaktır muhtemelen.
Üzerine
tartıştığımız her iki filmin de bu ülkenin gerçekleri üzerine düşündüğünü ve
düşünmeye sevk ettiğini söyleyebiliriz. Neredeyse iki konunun temeli de aynı
sosyolojik ve politik altyapıya dayanır. Mevsimlik işçilerin koşulları,
gittikleri şehirlerde yaşadıkları yabancılık duygusu ile Berfe'nin askerler
karşısındaki pozisyonu arasında neredeyse hiç fark yoktur. Devlet figürü Sesime
Gel'de daha belirgin olarak görünse de mevsimlik işçilerin karşısında da
varlığını hissettirmekten geri kalmaz aslında. Bu açıdan her iki film de son
dönem sinema içinde kendilerine yer açmayı başarıyorlar. Her iki yönetmenin de
önceki filmleri incelendiğinde içinde yetiştikleri toplumun sorunlarına yabancı
kalmadıkları, içerden bir bakışa sahip oldukları kolayca görülebilir.
Yenifilm Dergisi 33-34 sayıda yayınlanmıştır.
Yorumlar