Ali Rıza Duru
SAVAŞ BİTTİ, PEKİ ŞİMDİ NEREYE?
Toplumsal Barış
Yıllardır bütün toplumlar gibi bizim de en çok duymak istediğimiz kelimedir barış.Adı güzel, kendi güzel, tahayyülü güzel. Toplumsal düzlemde hep ötelenen, küçük bir grubun hayali gibi algılanan ama aslında bir değil, bin değil milyonların temel ihtiyacı olan ve bir arada yaşamanın temel dayanağı olabilecek olan barış olgusuna doğadaki her canlının ihtiyacı var. Dünya tarihinin çatışmalar tarihi olmasının da bu beklentide büyük payı var kuşkusuz. Doğanın diyalektiğine uymayan bir çatışma türü içinde bin yıllardır kendi türünü ve gücünün yettiği her türü yok etme savaşı içindeki insan artık durmalı ve barışı ifade etmeli, bu talebi yüceltmeli. Bir arada yaşamanın temel varsayımı sevgi ve hoşgörü ise bu denli horgörü içinde yaşamak nasıl mümkün olabilir? Artık toplumsal bir içgörüyle davranmanın ve bu şekilde yıkıcı tavırların durması gerekir. Aksi halde karşılıklı bir yok etme ve tüketme güdüsüyle her şey zehirlenecek ve geriden gelen kuşaklar da bu bilgiyle büyüyüp bu yok ediciliği daha da ilerletecekler.
Nadine Labaki'nin Peki Şimdi Nereye adlı filmi tam da bu noktadaki çabaları dillendirdiği için çok değerli. Filmde artık barış içinde yaşamaya karar vermiş Müslüman ve Hristiyanların kendilerine ait olmayan bir çatışmanın içinde taraf haline dönüşmeleri ve gömülmüş olan silahlarını tekrar topraktan çıkarıp savaşmalarını anlatıyor. Köye kurulan "vizontele" misali bir sahnede televizyondan gelen bölge halkının çatışmalarına dair haberler sonucunda her iki halkta da kuşku oluşur ve içlerine ilk savaş tohumu ekilir. Bu açıdan bakılınca kitle iletişim araçlarının da eleştirisinin yapıldığı söylenebilir. Savaş çığırtkanlığı yapan medya patronlarının kitleler üzerinde ne tür etkilere sahip olduğunu ve medyanın belirli güçler tarafından ele geçirildiğinde ne tür sonuçlar doğabileceğini de çok net özetleyen bir sahne. Aynı pencereden bakınca medyada "barış dili"nin kullanılması da aynı oranda olumlu etki yapabilir demekki.
Barış Kadınların Çabalarıyla Gelecek
Televizyonda çıkan savaş haberleriyle beraber filmde hemen bir şeyler
değişir ve kadınlar bir anda kanalı değiştirmeye çalışır, oradan sonuç
alamayınca kocalarına, komşularına sözlü tahriklerde bulunarak televizyon
üzerindeki dikkati dağıtmaya ve şavaşla kirlenen zihinleri bu kirlilikten uzak
tutmaya çalışırlar. Çünkü savaş her cinsten insanı yok etse de kadınlar savaşın
her zaman en büyük kaybedenleridir. Kadınların savaşa taraf olmaları söz konusu
olmamalı ve her zaman barıştan taraf olmaları gerekir. Çünkü tarihten bu yana
savaş onlar için kendi bedenleri, çocukları, eşleri, bütün sevdiklerinin ölümü
demek, tecavüz, yaralanma demek, ait ve sahip olduğu her şeyi yitirmesi demek.
Erkekler için de aynı oranda ağır sonuçları olmasına rağmen sosyal öğretilerle
erkek kişi bu sonuçları bir şekilde tolere etme ve kendini savaşın içinde bir
yere koyma eğilimi geliştirdiği için bir anlamda erkek kişi bu duyarlılığı
göstermekte bir adım geridedir. Bir güç tarafından verilmiş bir görev
olamamakla beraber kadınların kendilerine verdiği değerli bir ödevdir bu.
Kadınların bu duyarlılığı ve sorumluluğu paylaşmalarına rağmen erkeklerin
savaşı başlatan, yaralayan, öldüren, yok eden taraf olmaya devam
etmeleri ve bunu erkek olma becerileriyle bütünlük içinde düşünme yanlışları
onların açmazıdır ve işleri daha da zora sokacak temel bir sebeptir.
Savaşın tarafı olmayan ve olmak istemeyen kadınların televizyonda çıkan
savaş haberlerine verdikleri tepkiyle beraber filmin temel çizgisi de netleşmiş
oluyor. Bu noktada savaşın başlamasını engellemek için çok yoğun motivasyonlar
gösteren kadınlar çok yaratıcı çözümler geliştiriyorlar. Erkeklerden bazı
gerçekleri gizlemek, onların tekrar bir araya gelebilmeleri için "kafa
yapıcı" bazı çözümler ve bunun gibi bir çok çözümle her defasında
çabalıyorlar ama en son başka çare bulamayınca erkeklerin empati
kurabilmelerini sağlamak amacıyla karşı tarafın dini sembollerini kuşanarak
erkeklerin karşısına çıkıyorlar. "Camiye, kiliseye, namaza veya ayine,
türbana ya da açık giyinmeye karşıysan önce beni vur" eylemi sayılabilecek
olan bu yöntemle "öldürdüğün kişi benim" mesajı veriliyor. Aslında
"kimi öldürsen de ölen ben oluyorum" diyor kadınlar. Savaşta
ölen benim, sensin, komşularımız ve insanlarımız. Nerede biri yaralansa kanayan
benim ve savaşta bu gerçek hiç değişmeyecek. Ölülerin yerleri ve
kimlikleri bile birbirinden öyle belirgin ayrılmıştır ki mezarlıklar arasında
farklar vardır. Oysa birlikte yaşandı dünya, ölmenin, ölü olmanın savaşı
olmaz.
Ölen gencin mezarını Müslüman mezarlığına mı Hıristiyan mezarlığına mı
gömeceklerini bilemedikleri noktada yönetmen çok güzel bir soru sorduruyor:
peki şimdi nereye?
Yorumlar
Tebrik ediyorum.