Ana içeriğe atla

Sen Aydınlatırsın Geceyi, Onur Ünlü, 2013


Pınar Farımaz


Bir şiiri anlatamazsınız, şiirler sizin hislerinizi başkasının dilinden anlatmak için vardır ve çoğu kez şairlerle bilinmeyen gizli bir dostluk kurarsınız, onun dilinden kendinizi en iyi anladığınız şairlerle. Sen Aydınlatırsın Geceyi,  Onur Ünlü ’nün son filmi olmasının ötesinde bir Ah Muhsin Ünlü şiiri adeta. O nedenle anlatılması zor ama izleyince aynen yönetmenin şiirlerini okurken söylediğiniz gibi “tam da böyle” dedirten görsel bir metin. İçinde absürt öğeler olan bir filmde gözleriniz doluyorsa yönetmen sizi bir şiirin içine çekmiş demektir. Kitap okurken cümlelerin altını çizenlerden ve bazılarının yanına ufak notlar düşenlerdenseniz, not defterinizle izleyin bu filmi ve altını çizin sahnelerin…

Biz bu hayatta kırmızıya boyalı, birinin her zaman diğerinin taklidi olduğu ritüellere alıştırıldık. Bir şey ille de başkaları nezdinde anlamlı olacaksa, ağdalı bir paketi olacaktı, arka planda bekletilen ve günü gelince rollerini oynayacak onlarca yardımcı oyuncu hazırda bekletilecekti. Evlilik mesela tam da böyle bir şey. Biz evliliklerin, ışıklandırılmış ambiyanslarına, herkesin zamanı gelince bir parçası olduğu ama sadece bizim başımıza geliyormuş gibi yaşanan büyük abartısına alıştırıldık. Şimdi bu filmde bir kusma anını düşünün. Ağızlardan fışkıran safran rengi kusmuklarla bir kadın ve bir erkeğin yan yana olduğu bir anı. Tam bu anda gelen bir evlilik teklifini ve ağzında kusmuk artıklarıyla evlenelim diye onay veren bir kadını. Aslında evlilikler bazen, bu kusma anı kadar sıradan, bu kusma anı kadar sırası gelmiş ya da tam o an gibi bazen denk geldiği için…

Aşka gelince… Sen Aydınlatırsın Geceyi bir aşk temasına sahip ama buram buram aşk kokmuyor. Aşkın en büyük güzellemesi olan şehvetli sevişme sahnelerine de tanıklık etmiyoruz. Ama aşkı anlıyoruz. Bazen birileri en akıllarda olmayan bir anda birbirine sığınıverir, adı aşk olur. Siyah-beyaz bir filmi sanki renkli bir film izliyormuşçasına, siyahın ve beyazın birçok tonunu sanki farklı renklerden geçiyormuşçasına izlettiren yönetmen, aşkı da en sahici dille veriyor. Hayatta da olduğu gibi zaman duruyor mesela ama dünya dönüyor. İki kişilik bir aşk romantizmine saplanıp geri kalanı unutmuyorsunuz, aşktan nasibinizi alıyor ama hayatta herkesin payına düşen “bir kez yalan söyleme hakkının” da aşkın içinde ne kadar gerçek bir şey olduğunu farklı iki ayrı hikayede yakalıyorsunuz. Zaten böyle böyle anlıyorsunuz bazı yalanların diğerlerinden daha anlaşılabilir olduğunu…

Herkesin bu hayatta bir endişesi var bir de yaşadıklarından arta kalan korkuları. Bu filmde, yönetmenin şiirlerinde de rastladığımız ölüm vurgusu sık sık karşınıza çıkıyor. Herkesin kanadı bir yerinden kırık bu filmde, bu kasabanın annelerine ne olmuş diyorsunuz.  Tüm kasaba annesiz büyümüş gibi, o yüzden kimsenin sığınacak yeri yok. Biri birini vursa, arkasından ağlayacak kimsesi yok gibi kasabadakilerin. O yüzden mi bilinmez herkes birbirini vuruyor bu kasabada. Bazen av tüfeğiyle, bazen yalanlarıyla, bazen sadece vurması gerektiği için. Ama hayatın her alanında birilerinin bir kere de olsa rastladığı o adamlar ölmüyor bu filmde. Vursan da ölmüyor. Yine bir şiirden anladığınız gibi anlıyorsunuz, o adamların aslında hiç ölmediklerini. Kötüye yapılan bir vurgudan ya da kötülük bitmez klişesinden yola çıkılmıyor burada, ölüme kafayı takmayanlar için hayat ne denli umarsız yaşanabiliyor onu görüyorsunuz. O adamların gücünü, ölümsüz bir hayat illüzyonundan aldıklarını anlıyorsunuz. Ölüm bilinci olmadan yaşanan hayatlar devam ettikçe, mahallenin kötü adamları da daim olacak diyorsunuz…

Filmde her sahnenin ardı var. Her bir sahnenin üzerine kaç saat konuşulur diye düşünüyorsunuz. Film bitince de aynen düşündüğünüz gibi üzerine saatlerce konuşuyorsunuz.  Tek isimli ama çok parçalı bir şiir kitabı gibi. Filmden sonra aklınızdan çıkmayan çok şey oluyor. Cemal’in bakışları… Bir kuş vurularak yere düşerken, bir uçağın gökyüzüne yükselişi… Hayatla şiirin arasına giren işkembe… Fonda çalan Mreyte, Ya Mreyte şarkısı ve ah o yıllardır anlatamadığım ama sonunda birinin benim için tam da benim hislerimle anlattığı Orhan Gencebay analizi… Ve en önemlisi, absürt denilen şeylerin aslında o kadar da absürt olmadığı… 


Yorumlar

caner dedi ki…
Tam da edebi film tadında olmuş, kaleminize sağlık.
Ali Rıza DURU dedi ki…
Değerli yorumlarınız için teşekkürler.

Bu blogdaki popüler yayınlar

BÜYÜK ‘BALIK’ KÜÇÜK ‘BALIĞI’ YUTAR - Ali Rıza DÜRÜ

BALIK(2013) – DERVİŞ ZAİM Ali Rıza DÜRÜ Derviş Zaim’in Devir(2012) filmiyle başladığı üçlemenin ikinci filmi Balık filmi izleyiciyle bir süre önce buluştu. Üçlemenin son filmi olan Kıtmir’in ise yapım hazırlıkları devam ediyor. Türkiye sinemasının autor yönetmenlerinden olan Zaim her zaman kendi anlayışına has sinematografisiyle farkını ortaya koyuyor. İlk çektiği film olan Tabutta Rövaşata(1996) filminden bu yana beğeni kazanarak devam eden Zaim her zaman insanı ve doğayı merkeze almaya özen gösteriyor. Devir filmiyle ilgili daha önceden detaylı bir yazı kaleme almıştım. Doğanın kendi içindeki döngüsü, hayvanlar ve insanların yaşantıları ve bu yaşantılara insan eliyle yapılan müdahalelerin sonuçlarına ilişkin bir film olarak dikkat çeken film pek ses getirmemişti ama içinde tartışılacak oldukça önemli başlıklar vardı. Zaim sinemasının içinde türü itibariyle belgesele yakın olduğu için ayrı bir yerde duran Devir kimisini memnun etmiş kimi izleyiciyi de hayal kırıklığın

DUVARA KARŞI, FATİH AKIN, 2005

EMEK EREZ Duvara Karşı: Kimlik, Göç ve Kadın Giriş                         Fatih Akın’ın ustalık dönemi eseri olarak tanımlanan 2004 yapımı “Duvara Karşı” filmi Almanya’ya göç etmiş birinci kuşak ailelerin çocuklarının yaşadıkları kimlik bunalımını yansıtan bir filmdir. Yapım, daha önceki dönemlerde yapılan göçmen filmlerinin aksine “marjinal” olarak adlandırabileceğimiz karakterler üzerinden göçmen kimliğinin melezleşmesine ve yaşanan gerilimli çelişkiye işaret ediyor. Film,  Almanya’ya göç etmiş birinci kuşak ailenin psikolojik sorunları olan kızı Sibel’in hem ailesiyle yaşadığı kuşak çatışmasından kurtulmak hem de kendi bireysel özgürlüğüne kavuşmak amacıyla, rehabilitasyon merkezinde karşılaştığı Cahit’le yaptığı kurgusal bir evlilikle başlıyor. Eşinin ölümünden sonra yaşamayı bırakmış, bütün kimliklerini ‘reddeden’ Cahit ile Sibel’in evlilik oyunu zaman içinde aşka dönüşüyor ve bu dönüşüm Cahit’in Sibel’i kıskanması sonucunda işlediği cinayetle daha da karışık bir

Birkaç Psikodrama Filmi

http://www.e-hayalet.net/  sitesinden alıntılanmıştır. 1. Mavi Kadife Kategori:  Psikodrama Jeffrey Beaumont (Kyle MacLachlan) babasının neredeyse ölümcül bir felç geçirmesinden sonra kolejden evine döner. Hastaneden evine doğru yol aldığı sırada boş bir arazide içinde kesik bir kulak bulunan kâğıt bir çanta bulur. 10.0 ( 1 ) 2. Tiksinti Kategori:  Psikodrama Bir güzellik salonunda çalışan Carole, oldukça içine kapanık genç bir kadındır. Bastırılmış cinselliğin çoğu zaman erkek düşmanlığı ve cinsiyetsizlik noktasına vardığı Carole'da ciddi iletişim sorunları mevcuttur. 10.0 ( 1 ) 3. İhtiras Tramvayı Kategori:  Psikodrama Tennessee Williams'ın oyunundan uyarlanan film, Brando dışındaki üç oyuncuya Oscar kazandırmış, 7 dalda da bu ödüle aday olmuştu. 10.0 ( 1 ) 4. Taksi Şoförü Kategori:  Psikodrama Taksi şöförü olarak çalışmakta olan Travis yaşadığı sıkıntılardan iyice bunalmış ve