Murat Saraçoğlu’nun
yönetmenliğini üstlendiği Deli Deli Olma, 1877 yılında Osmanlı-Rus savaşı
sonunda Rusların Kars’ı ele geçirmesi ve Rus Çarı’nın Malakanlar’ı Kars’a
göç ettirmesiyle başlıyor. Kars’a göç eden bütün Malakanlar ölmüş, bir kısmı
başka yerlere göç etmişlerdir. Geriye kalan tek aile değirmencilik yapan
Mişka’dır. Mişka’nın babası da ölünce o da tek başına kalır.
Köyün diğer
bireyleri tarafından gavur oldukları gerekçesiyle izole edilirler. Özellikle de
Papuç teyze tarafından Yeke Kişi olarak da bilinen Mişka’ya karşı büyük bir
ötekileştirme, kimliksizleştirme çabaları olur. Köy sakinleri Papuç Teyze’den
fırsat buldukça gizliden gizliye Yeke Kişi’nin yanına gider, baş sağlığı diler
veya hal hatır sorarlar. Eskiden değirmencilikle geçinen Yeke Kişi yaşlandığı
ve hastalandığı için artık çalışamaz duruma gelmiştir. Elinde tek kalanlar ise
piyanosu ve elmalarıdr. Papuç Teyze’nin torunu Alma(Elma) bir gün elma almak
için gizlice Yeke Kişi’nin bahçesine girer ve Yeke Kişi’nin piyano çaldığını
görür. Alma’nın müzik yeteneği oldukça gelişmiştir. Böylelikle tanışıp arkadaş
olurlar. Piyano, eski usul borç ödeme yöntemi olan takas sisteminin bir sembolü
haline gelir. Borcunu ödeyemeyen herkes borcu karşılığında piyanoyu verecek
hale gelir. Papuç Teyze ile Yeke Kişi arasındaki çatışmanın cevapları ise çok
daha eskilerde gizlidir. Genç yetişkinlik yaşlarında birbirine aşık olan ve
Yeke Kişi’ye kaçmaya karar verdiği gece Yeke Kişi’nin onu kaçırmaktan
vazgeçmesi üzerine bir daha Yeke Kişi’yi bağışlamayan Papuç Teyze büyük bir kin
ve nefret beslemeye ve bunu çevresindeki kişilere yaymaya başlamıştır. Yeke
Kişi ile Alma arasındaki dostluk, köy öğretmeninin Alma’nın müzik yeteneğini
fark edip onu konservatuar sınavına götürmesi, Alma’nın burslu devlet
konservatuarını kazanması, Yeke Kişi’nin akciğer kanserine yakalanması ve
ölmesi, babasından kalan altınları piyanonun içinden dökülürken tesadüfen fark
etmesi ve bu altınları Alma’nın eğitim masrafları için bağışlaması filmdeki
diğer unsurlardır.
Film
köy şivesiyle dolu, dile ve bölgeye özgü birçok deyim, atasözü ve argolarla
beslenmiştir. Karakter yaratma yönünden başkarakterlerde ağırlık görülürken,
filmdeki yan rol ve figüranlarda daha çok mizahi öğelerin verilmesi, tip
yaratma becerisi üzerine eğilinmesi ve köylülerin gelenekçi basmakalıp
yargılarına değinmeyip de onları çocuklar gibi korkan, sevinen,çatışma çözmeye
çalışan kişiler olarak göstermesi filmdeki eleştirilebilecek noktalardandır.
Göç
temelli bir hikaye olarak başlayan film giderek çözümlenmemiş bir aşka,
baskılanmış duygulara, savunma mekanizmalarına, köylülerin aile yaşantısına
dair küçük hikayelere, başarı güdüsüne, kuşaklar arası çatışmaya, fedakarlığa,
özveriye, ben- öteki kavramlarına kapı aralayarak hikayesini oralardan
besliyor.
Yeke
kişi’yi hiçbir zaman affetmeyen Papuç Teyze çevresinde korkulan, kaçınılan,
duygusuz, sert ve erkeksi özellikleriyle tanınıyor. Bu kadar olumsuz özelliği
barındırmasının, yaşamını çatışmalarla kuşatmasının nedeni olarak ise film,
Papuç Teyze’nin baskılanmış duygularını işaret ediyor. Nitekim Yeke Kişi
öldüğünde başına toplanmış köylüleri kovarak “Siz onu nasıl gömeceğinizi nerden
bileceksiniz?” diyerek kendisiyle Yeke Kişi arasında bir tanışıklığa, geçmiş
bir ortaklığa, bir paylaşıma işaret ediyor ve Yeke Kişi’yi Malakanlar’a özgü
bir ritüelle gömüyor. Mezarı başında ağlayarak film boyunca çizdiği karakteri
kendi elleriyle bozup, içindeki gerçek duygulanımları ortaya çıkarıyor.
Freud’un kişilik kuramı uyarınca her şeyin geçmiş çatışmalarla ilişkisi
olduğunu, gelişimsel krizleri atlatamayan veya yaşamsal krizleri çözemeyen
bireylerin bunu bir bilinçdışı malzeme haline dönüştürdüğünü ve bilinç öğelerin
insan yaşamında kişilik yapısı ve yaşamsal örgüleri etkilediğinin ipuçlarını
filmde görmek mümkün.
Yeke
Kişi’nin ise Kars’a göç etmelerinin ve orda uzun zaman değirmencilikle
geçinmelerinin dışında geçmişine dair fazla bilgi edinmek mümkün olmuyor.
Piyanoyu seven, yalnızi yoksul, aidiyet çatışmaları yaşayan ve içinde bir
denizi besleyecek kadar çok ırmak olan bir platoyu andırıyor adeta. İzleyiciye
bu mesajı verirken izleyicisini o denizden çok az canlı türüyle tanıştırıyor
film. Yeke Kişi’nin babasından öğrenip Alma’ya aktardığı şu dizelerde onun
umutlarını ve yaşamsal çatışmalarını anlayabiliyoruz: “Bir sarmaşık
olsaydım/Sıkıca tutunsaydım bir yere/Sökülüp atılmasaydım/Köklerimi salsaydım
derinlere.” Bu dizlerde ait olma, göç, ben-öteki, toplumsal baskı gibi
konulara gönderme yaparak yaşadıklarını izleyiciye aktarıyor.
Deli
Deli Olma izleyicisine büyük bir hedef vaat etmiyor. Duygu ağırlıklı bir film.
İzleyicisini duyuşsal olarak yakalıyor ama bunun yanında içinde umudu, aşkı,
yaşlılık psikolojisini, kuşaklar arası ilişkiyi, kültürler arası iletişim
örüntülerini düşündürüyor. Yeke Kişi ile Alma arasındaki ilişkiyi görünce ‘Büyük
Adam Küçük Aşk’ (Handan İpekçi) filmini düşünmeden de edemedim.
Yorumlar